Filmlerinde Mutlak Metforlarla Karşılaştığımız 10 Yönetmen
Metaforla anlatmak “sihir yapmak” gibidir.Pazarlama ve marka yönetimi tam anlamıyla bir “metaforlar cennetidir.” Gündelik hayatımızı anlatan metaforlar, bizim markalarla ilişkilerimizi de anlatmanın en güçlü araçlarıdır.
Metaforlar var olan şeyi ifade ederken, iki şey arasında karşılaştırma yaparak, iki şey arasında benzerliklere dikkat çekerek veya bir şeyi başka bir şeyin yerine koyarak yaparlar. Bu bağlamda metaforlar, bireylere, zihinsel süreçler yoluyla dış dünyayı anlatmakta, görselleştirmekte ve anlamlandırmakta yardımcı olurlar ve bunun için haritalama ve modelleme mekanizması sunarlar.
Listeye eklemeler yapmak isteyenler; eyupkaanyoksu@gmail.com adresine mail atabilir veya https://www.instagram.com/eyupkaanyoksu sosyal medya üzerinden mesaj atabilir.
- A. Tarkovsky -Ayna
Günümüzde ve geçmişte ayna, makyaj yapma, tıraş olma, diş fırçalama, kıyafet deneme gibi gündelik yaşamın ritüellerini yansıtmak için sürekli kullanılan bir obje. Sinema filmi de bunu bu yönüyle ele aldı, almaya da devam edecek. Ancak aynanın, kameranın diliyle gündelik yaşamın sıradan bir nesnesi dışında bir seyir izlediği bir dizi film kafama takıldı özellikle. A.Tarkovsky'nin Zerkalo (Ayna) filmi, adından yola çıkarak filmin ve aynanın izleyiciyi -adeta hafızaları yansıtma/günyüzüne çıkarma ya da aksine örtme aracı gibi- başka mecralara sürüklediğine tanık oluyoruz. Bu sebeple Zerkalo, bu yazıdan bağımsız başlı başına bu filme odaklanan bir yazıyı hak ediyor. Biz başka filmlere yönelelim.
- Zeki Demirkubuz - Kapı
- peki sayın demirkubuz, filmlerinizdeki kapılar neden kapanmıyor?
- yağlanmamış olabilir.
- ama yağlanmasa sadece gıcırtı yapar, yine de kapanmaz mıydı?
- hmm gıcırtı..
Zeki Demirkubuz filmlerine baktığınız zaman mutlak kapı metaforu göze çarpar. (Kader, İtiraf, Yazgı, Masumiyet, İkinci Sayfa). Kimilerine göre ise; "kapanmayan kapılar ölümcül bir yara gibidir. düşkünler de dahil hayatta herkesin gidecek bir yeri, gireceği bir kapısı vardır. insanı yaşatan bu umuttur." cümlelerini anımsamak gerekirse, demirkubuz'un her seferinde dile getirdiği dostoyevski'ye olan hayranlığını anlayabiliriz.
- Quentin Tarantino - Ayak
Dünyaca ünlü yönetmen Quentin Tarantino'nun kadın ayaklarına olan merakı ve bu merakını filmlerine yansıtma fenomenidir. Zirve noktasını 'Günbatımından Şafağa' filminde kendi oynadığı bir rolde salma hayek'in ayağından bira içerek yapmıştır...
Filmlerinde sürekli olarak kameralar ayaklara odaklanır kameralar. Pulp Fiction filminde ise Mia Wallace'in ayakları da sağdan soldan arkadan önden her taraftan sergilenmiştir. Bu sahne, filmin unutulmuş sahneleri arasına da girmiştir. Hatta insan ayağı dışında bazen de hayvan ayaklarını da hafızalara kazımıştır. The Hateful Eight'te at ayaklarını göstererek üst hafızalarımızda yer almıştır.
- David Lynch - Ampuller
Simgesel ve karmaşık anlatı diliyle izleyicisinin aklını karıştırmayı seven ve Amerikan sinemasının en kışkırtıcı yönetmenlerinden olan David Lynch’in filmleri kadar yaşamı da ilginç ayrıntılarla doludur. David Lynch’in filmlerinde belirli bir kurgu yoktur, böyle bir özellik aranmaz. Yönetmen metaforlara ve paradokslara bağlı simgesel anlatımlar benimser.
Eraserhead’de Henry Spencer bebeğini öldürdüğünde odadaki ampuller söner. Blue Velvet’te Jeffrey Frank Booth’u öldürdüğünde, yine odadaki ampuller patlar. Twin Peaks: Fire Walk With Me’de, Teresa Bank öldürüldüğünde katil televizyonu kırar ve televizyondan kıvılcımlar çıkmaya başlar. Laura Palmer ise öldürülmeden önceki günlerinde odasında mavi elektrik akımı benzeri ışıklar görür. Bunun benzeri ışıkları Lost Highway filminde, ana karakter hapishane hücresinde dönüşüm geçirmeden önce de görürüz.
- Semih Kaplanoğlu - Yumurta
Filmin şiir ile kurduğu bağ elbette ki ana karakterin şair oluşu değildir. Tanpınar’ın “şiir söylemekten ziyade bir susma işidir” sözüne istinaden filmi taşıyan unsurların diyalogdan çok sessizlik, birtakım metaforlar ile sağlanan derinlik ve minimalist bir bakış açısının hâkimiyetidir onu şiirselleştiren. Şiir nasıl ki sözcüklerin itinayla terkip edilmesiyle beraber imgeler oluşturmak suretiyle hakikati ve estetik bütünlüğü aramanın ürünü ise bu film de metaforlar yardımı ile seküler gibi görülen bir hayatın arka planını hissettirme, görme çabasına denk düşmesi ile şiirin engin coğrafyasından bir nefes sunmaktadır izleyiciye.
Film de başlı başına bir metafor olarak kullanılan yumurta; kırılganlığın ve anlamlı bir varlık olarak temayüz edebilmek için anneye olan muhtaçlığın simgesidir. Kasabaya dönen Yusuf, annesine sağlığında hizmet etmiş olan akrabası Ayla ile karşılaşır. Ayla annesinin Yusuf’a bırakmak istediği bir miras hüviyetindedir adeta. Annesini defnettikten sonra hemencecik şehre dönmek isteyen Yusuf’u “yarın gidersin” diyerek ilk durduran Ayla’dır. Yusuf gidemez bir türlü. Sonra çocukluk arkadaşıdır onu alıkoyan en sonunda da bir köpektir bütün gece yanından uzaklaşmayarak onun gitmesini engelleyen. Banyoda aynanın önüne paketi açılmamış bir diş fırçası bırakarak oğlunun vefatına geleceğini öngören anne, geldiğinde ona dokunacak, onu bırakmayacak şeyleri yakınında tutarak Yusuf’un kabuğunu kırmasına vesile olacaktır.
- Tolga Karaçevik - Gemi
Film başlı başına Anlatı bir metin olarak düşündüğünde belirsizliklerle dolu, bizlerin günümüzde yaşadığı hayatlar gibi. Bu belirsizlikler filmi izleyen öznenin zihnini filme dahil ediyor ve bir oyun gibi filmde sizde kendi bilinciniz ile oynamaya başlıyorsunuz.
Filmde ana tema güç. Hemen hepimizin günlük hayatta yaşadığı veya gördüğü Güç ve iktidar karşısında insanın genel tavırı bir gemide geçen olaylar ile anlatılıyor. Anlatım metaforlar ile süslü. Gemi, karakterler, olaylar hemen hepsi metoforik bir anlatımın parçaları. Kabaca film gemide geçen bir öyküyü anlatsa da aslında anlatılanlar izlediklerimizden çok daha fazla. İzleyinine göre değişeceğini düşünmekle birlikte, bazı izleyicilerin yönetmenin Türkiyeyi anlattığını düşünceklerini sanıyorum. Elbette bu yargı değişebilir, pek çok farklı bakış açısından da yorumlamak mümkün.
- Stanley Kubrick - ''Singing in the rain'' Şarkısı
“A Clockwork Orange” basit bir “serseri” ya da “arızalı” gençler filmi gibi görünse de, ele aldığı konular oldukça önemlidir. “Şiddet yok edilebilinir mi?” önermesinden yola çıkan A Clockwork Orange, bu konuda neyin doğru neyin yanlış olduğunu sorguluyor. “Sana tokat atana diğer yanağını uzat” yerine “atılan tokata tokat ile karşılık verilirse ne olur?” sorusu üzerinde insanın doğasında var olan “iyilik” ve “kötülük” kavramları mercek altına alınıyor.
Filmde bazı metaforlara da yer verilmiş. “Singing in the rain” şarkısı, Singin' in the Rain (1952) filmine göndermek yaparak, hayatın yaşamaya değer olduğunu vurgulamaktadır, oysa Alex ve arkadaşlarının yaptıkları zorbalık ve tecavüz hayatın hiç de öyle olmadığını gösteriyor. Bu şarkı aslında, Malcolm McDowell’in hem dans edip hem de şarkı söylediği tek parça olduğu için seçilmiş ve hakları için 10 bin dolar ödenmiş. Alex, geçen hafta sipariş verdiği plağın gelip gelmediğini sorduğu sahnede, tezgahın alt kısmına dikkatlice bakın. Stanley Kubrick başyapıtı olan 2001: A Space Odyssey (1968) size el sallıyor. Beethovee’in 9. Senfonisinin çaldığı sahnede Alex’in odasındaki dini metaforların dikkat çektiğini de söylenebilir.
- Onur Ünlü - Tren
Ölüm, Onur Ünlü sinemasında vazgeçilmezlerden. Onun sinemasında ölüm karşımıza her yerde çıkıyor. Hayatın telaşesi içinde unutulsa da Onur Ünlü, Tayfa gibi, bazen beklenen; bazense beklenmeyen anlarda bizi uyarıyor:”Ölüm var, ölüm!”
Beş şehir, 2009 yapımı filmi; en kaba şekilde kesişen hayatlar filmi olarak tanımlayabiliriz. Filmin, ilk sahnesinden başlayarak, güçlü bir tren metaforu bizi karşılamaktadır. Tıpkı makaslarda birbirine bağlanan raylardan geçen trenler gibi; beş kahramanımızın öyküleri de tesadüfler ve ölümlerle kesişiyor. Karakterlerimizin tamamı kendilerini ölüme götüren yolda yürümekte oldukça ısrarlı ve başarılı. Her biri öleceğini bilerek-bilmeyerek, isteyerek-istemeyerek; kendi doğrularına ulaşmak için pek çok yanlış yapmaktan çekinmemekte. O kadar ki; her biri ölmeden önce elini kana bulamaktan çekinmemekte ve bunun için makul nedenleri olduğuna kendilerini, hatta kimi zaman bizleri, inandırmakta hiç güçlük çekmemekteler.
Filmde, isminden zannedildiği gibi beş şehir yok. Bunun yerine beş kahraman var. Onur Ünlü bunu, her insanın kendi içinde bir alem olduğunu ve kastetmek istediği şeyi “şehir”lerle ifade ettiğini açıklıyor.
- Nuri Bilge Ceylan - 4 Çürük Elma
Nuri Bilge Ceylan’ın sineması ilk filmden bu yana bana her zaman Çehov tadı vermiştir. Doğadaki gelişmelere paralel, yağdı yağacak bir yağmur, şimşek ve gök gürültüleri aslında doğayı insanla birleştirmektedir. Yağmur damlaların düşüşü doğanın arınması ise , insanların arınması da göz yaşı iledir. O göz yaşı maktülün karısının hayata sert bakan göz pınarlarında dökülürken kurumaktadır.
Filmin en önemli sahnesi elbette elmanın suya düşmesi ve su üzerindeki yolculuk sahnesidir.
Elmanın suda akma sahnesi metaforlarla dolu bir sahne. Su zamanı simgeliyor, elmalar ise insanları. Sahne doktorun hayatını anlatıyordu adeta. Elma suya düştüğünde önce yavaş ilerliyor. Gerçeğe uyarladığımızda ne aradığını bilen ve amacı olan biri gibi temkinli ve yavaş ilerliyor doktor. Daha sonra bir taze elma daha görüyoruz. Bu elma da doktorun eşini simgeliyor. Eşine gelene kadar temkinli ve kararlı ilerleyen doktor, eşinden sonra çok hızlı bir şekilde ilerliyor. Akıyor, akıyor su, zaman.. Sonrasında o üç çürük elmayla karşılaşıyor.
Bu üç elma da filmin, kirlenmiş olan 3 ana karakterini simgeliyor. Özürlü olan oğlundan saklanmaya çalışan komiser Naci, açgözlü ve başkalarının arkasından konuşan, kimseye acınmaması gerektiğini düşünen Arap ve eşini aldattığı için eşinin ölümüne neden olan Savcı Nusret.
Elma Komiser Naci’nin katili hırpaladığı sahnede düştü. Yani doktorun olanları yadırgadığı sahnede. O zaman kopmuştu dalından ve elmaların yanına düşmüştü. O üç çürük elmanın yanına düşmüştü ve çürümeyi bekliyordu.
- Reha Erdem - Jin
Örgüt mensubu bir Kürt kızının dağdan inme çabasını ve bunu ovadakiler sebebiyle başaramamasını anlatan film, Erdem’in güncele en yakın eseri. Ülke olarak kanayan yaramız diyebileceğimiz şiddet ortamının sonlandırılması için ortaya konan irade hiç olmadığı kadar karşılık buldu ve hayatın her alanında tezahürünü görüyoruz. ‘Kürt Sineması’nın son dönemde eser üretme noktasında bereketli bir dönemden geçmesini de buna bağlayabiliriz. Tanımı tam olarak yapılamamakla beraber- Jîn’i Kürt Sineması olarak nitelendirmek mümkün değil. Elbette bir Reha Erdem filmi ve elbette ‘Türkiye Sineması’ dediğimiz çerçevede bir üretim. Zaten böyle bir nitelendirme derdinde olmak da filme haksızlık. Zira Reha Erdem, -kendi sineması bakımından riskli bir adım atarak- fazlasıyla güncel ve somuta dayalı bir konuyu filme aldı.
Yönetmen, filminden bahsederken, “Şu an yaşanan gerçekliğe çok yakın. Onun için de belki en zorlandığımız film bu oldu” diyor. İşte ‘fazlasıyla somut’ derken kastım da buydu. Film dili olarak ‘dolaylı anlatım’,'soyutlama’ ve ‘metafor’ kullanmayı tercih eden bir yönetmenin, fazla güncel ve fazla somutluk içeren mevzuları ele alışı risk barındırır. Reha Erdem, Jîn’de göze aldığı riskten tam olarak kurtulamamış gibi. ‘A Ay’, ‘Beş Vakit’ ve ‘Kosmos’un üstüne gelen filmin tam bir ustalık eseri olmasını beklerdim. Hem biçimsel olarak, hem de nitelik bakımından çok şey beklediğim halde Jîn’de ‘olamamış’ bir şeyler var. Buradaki sorun hem Reha Erdem’in maksadı, hem de bizim (benim de diyebiliriz) bakış açımız ve algımız. Biz filmi konuşurken ‘Kürt Meselesi’ne eğiliyor diyoruz. Erdem ise “Bu figür (kastı Jin) Kürt olmaktan önce kadın” izahında bulunuyor. Yani filmi değerlendirirken, yönetmenin ‘feminist’ sınırlarda dolaşan yaklaşımını da dikkate almak gerekiyor.
Filmde Jin’in dağdan inmesini engelleyenler erkekler. Uzun yolculukları göze alarak, dağ tepe aşarak silahını toprağa gömen Jin, bir türlü ‘erkek sınırı’nı aşarak ‘ovaya’ inmeyi başaramadığı için geri dönmek zorunda kalıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder